
Benlik Kutuları: Hafıza, Ölüm ve Minimalizm Üzerine
Günler önce altını çizmişim: “İnsanın en büyük şahsi sorunu: benliğin kaybı olarak ölüm. Peki ama benlik nedir? Hatırladığımız her şeyin toplamıdır. Dolayısıyla da bizi ölüm konusunda dehşete düşüren şey geleceğin kaybı değil, geçmişin kaybıdır."
Ursula K. Le Guin’in bu sözleri zihnime yerleşmiş. Sonrasında Minimalizm belgeselinde bir sahneye denk geldim: Joshua'nın annesi, onun çocukluğundan kalma hatıraları kutulara koymuş, bantlamış ve yirmi yıl boyunca hiç açmamış. Annesi öldükten sonra yatağın altında buluyor kutuları. Bu sahne beni Le Guin’in sözlerine geri götürdü. Kutuların içindekiler, açılmasa bile orada. Dokunulmayan, ama atılamayan geçmişler.
Modern çağın çelişkisi tam da burada: Hatırlamak için değil, kaybetmemek için biriktiriyoruz. Raflarda, bulut depolarında, çekmecelerde... Hafızamızı nesnelerin içine gömüyoruz. Minimalist yaşamak bu yüzden zor: Sadece eşyadan değil, benliğin somut teminatından da vazgeçmek gerek.
Peki gerçekten benliğimiz bu kutularda mı yaşıyor?
Geçmişi tutmak, çoğu zaman bir varlık çabası; kimliğimizi yitirmemek, anılarla kendimizi sabitlemek istiyoruz. Ancak geçmişin ağırlığı, çoğu zaman bugüne yer bırakmıyor. Zihin geçmişte takılı kaldığında, şimdi yalnızca bir geçiş alanına dönüşüyor. Travmalar, özlemler, başarılar — hepsi bugünü sessizce gölgelemekle meşgul.
Kutular sadece anılarla değil, söylenmemiş sözlerle, kapanmamış yaralarla, cevapsız sorularla da dolu. Her eşya bir duygunun yansımasını taşıyor. Bazen bir özlem, bazen bir pişmanlık, bazen de eksik kalmış bir versiyonumuz... Bu yüzden, geçmişi korumak ile onun içinde kaybolmak arasındaki çizgi çoğu zaman silikleşiyor.
Hafızamız kutularda değil, yaşarken verdiğimiz anlamda saklı. Çünkü hatırlamak sadece geçmişi tekrar etmek değil; ona bugün, şimdi, burada bir anlam yüklemek. Sence de bir eşyaya yüklenen değer, o anı ne kadar yoğun yaşadığımızla ilgili değil mi? O nesnenin kendisiyle değil. Kutular zamanla tozlansa da anlam bizde yaşamaya devam eder.
Kısaca gerçek benliğin, arşivlenen anılarda değil; her gün yeniden kurduğumuz bağlarda, hissettiğimiz duygularda ve anlam verdiğimiz seçimlerde var olduğunu düşünüyorum.
O yüzden belki de minimalizm, geçmişi silmek değil; geçmişin bizi kontrol etmesini bırakmaktır. Hafızanın yükünü taşımak yerine, onunla dans edebilmektir.
Ve en nihayetinde, belki de şunu sormalıyız:
Geçmişe tutunmak, benliği korur gibi görünse de, bazen bırakmak bizi daha mı çok biz yapar?
Ya da daha radikal bir soru da şu olabilir. :
Geçmişi bırakmak, benliği öldürmek mi? Yoksa onu nihayet özgürleştirmek mi?
Yorum Yap